İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

“Derin Anadolu”dan beyaz perdeye taşınan tüyler ürpertici bir hikâye: “Peygamber’e Dokunmak”

 

Bundan yaklaşık bir buçuk ay kadar önceydi. Eski bir dost ve meslektaş, Türk sinema yazarları topluluğunun tecrübeli kalemi, aynı zamanda sinema-TV sektöründe de usta bir belgesel film yönetmeni olarak tanınan Ali Murat Güven aradı.

Konu, kendisinin yazıp yönettiği son belgesel yapım, “Peygamber’e Dokunmak”ın 20 Ekim 2024 Cumartesi akşamı İstanbul-Fatih’te, Zübeyde Hanım Kültür Merkezi’nde yapılacak olan galasıydı.

O her zamanki sıcak ve samimi ses tonuyla, “Sevgili Eser kardeşim, üç yıla yaklaşan bir emeğin sonunda, belgeselimizi nihayet bitirdik. Galamızda senin de aramızda olmanı çok isterim” diyerek beni onurlandırdı Ali Murat ağabey… Onun, bu kadar yıldan sonra ve onca telaşının arasında beni unutmamasının, şu mide bulandırıcı vefasızlık çağında ruhuma resmen ilaç gibi geldiğini özellikle belirtmek isterim. Hayatın artık pek çok cephesinde olduğu gibi medyada da “birilerinin has adamı” değilseniz, bu arenada yalnız başına savaşıyorsanız, öyle kolay kolay koruyanınız da olmaz, hatırlayanınız da… O yüzden, bu hatırlanış benim için çok değerliydi.

Yalnız, kendisini yakından tanıyanlar şunu da çok iyi bilir ki, Ali Murat Güven, 40 yıla yaklaşan gazetecilik ve televizyonculuk hayatında, dost ve meslektaşlarına karşı öteden beri hep böyle vefalı ve özenli olagelmiştir. O yüzden de son çeyrek yüzyıldaki şu yıkıcı yozlaşma selinin kişiliğini ve değerlerini alıp götüremediği sayılı medya mensuplarımızdan biridir.

Bu yoz düzende, hem birbirlerini, hem de “kendilerini” özlemiş olan insanlar

Güven’in uzunca bir süredir iddialı bir belgesel film üzerinde çalıştığını, sektördeki ortak dostlarımızdan genel hatlarıyla duyuyordum. Fakat, doğrusu, yürütülen çalışmanın içeriğine ilişkin en ufak bir fikrim bile yoktu. Davetinden çok mutlu olduğumu, etkinliğe mutlaka katılacağımı belirttim; cep telefonumda da hemen hatırlatıcımı ayarladım ve gala gününü merakla beklemeye koyuldum.

20 Ekim akşamı da anılan salondaydım.

Atmosferin tek kelimeyle muhteşem olduğunu vurgulayarak girişeyim ortamın tasvirine… Son derece ilgi çekici bir şekilde donatılmış olan fuaye alanında, filmin Türkçe-İngilizce dev posterleri ve farklı sahnelere ait fotoğraflarının yanı sıra, ayrı bir masada da çekimlerde kullanılan özel tasarım tarihsel giysiler, hikâyede ele alınan yakın dönemin (1990’ların ortaları) ruhunu pek güzel yansıtan set objeleri sergileniyordu. Film için bestelenen özgün müziklerin salonun girişinden itibaren kültür merkezinin koridorlarında tatlı tatlı gezindiğine tanık olurken, Güven, değerli eşi Aysun Hanım ve yapım ekibinin diğer üyelerinin gelen konukları lâyıkınca ağırlama yönündeki samimi çabaları, gelenlere her konuda yardım amacıyla kurulmuş danışma masaları, ellerinde tepsilerle fıldır fıldır koşturan gencecik bir ikram ekibi, filmde anlatılan olayların ayrıntılarını merak edenler için sağa sola serpiştirilmiş açıklama yazıları, kısaca ortamı donatan her şey dört dörtlüktü.

Bu arada, fuayede gezindikçe, bir dönem Millî Gazete’de omuzdaşlık yaptığımız, uzun yıllardır görme fırsatı bulamadığım Şükrü Kanber, Hamit Dizman, Bünyamin Yılmaz, Bayram Öz, Levent Elpen gibi meslekteki diğer ustalarımızla karşılaşmak keyfimi birkaç kat daha artırdı.

Geceye gösterilen teveccüh de müthişti. Ve daha da ilginci, gelen simâlara dikkat kesildikçe, ortamda yalnızca belli bir sosyal ve siyasal kesimin mensuplarını değil, her renkten, her meşrepten insanı görebiliyordunuz. Sevgili Güven, aktif gazetecilik-yazarlık yıllarında da sık sık yapageldiği gibi, insanlara her türlü ayrılık gayrılıklarını bir kenara bıraktırarak, onları günlük genel geçer meselelerden çok daha önemli bir ortak değer çevresinde bir kez daha buluşturmayı başarmıştı. O an orada kıdemli bir Millî Görüş’çü olarak, açıkçası ben de şunu hissettim. Mütedeyyin câmiânın “ülkedeki genel gidişattan hiç mutlu olmayan” kimi erdemli insanları, kendilerini eskiye, bundan 25-30 yıl önceki “masumiyet yılları”na iki-üç saatliğine de olsa alıp götürecek böylesi bir buluşmaya resmen hasret kalmıştı. O yüzden de, sektörden tanıdığım ve orada karşılaştığım genç-yaşlı bütün gazeteci, yazar, radyocu, televizyoncu, ajans sahibi dostların gözlerinde, yine sektörden olan eski bir dostumuzun yıllar sonra büyük bir ustalık gösterisi sergileyip ortaya koyduğu gayet şık bir eser karşısında, bu önemli sanatsal çıkıştan duyulan mutluluk ve minnetin ışıltılarını gözlemledim. Belli ki, mütedeyyin insanlar bu çürüme çağında hem birbirlerini, hem de “kendilerini” çok özlemişlerdi.

Bu arada, uzun bir zaman sonra ilk kez, sanatsal bir etkinlikte, salondaki mevcut koltuk sayısının gelen konukları ağırlamaya yetmediğine ve görevlilerin depolardan en az 80-100 sandalye getirtip salona takviye yaptıklarına tanık oldum. Belgesel sinema tutkunlarının bu coşkulu ilgisi, beni kadim dostum ve meslektaşım adına daha da mutlu etti.

Metafizik bir gizemin zirvelerinde gezinti: “Peygamber’e Dokunmak”

Gelelim filme…

Bilimin ve bilincin sınırlarının zorlandığı gizemli hikâyeler, günümüzde hem Türkiye’de, hem de dünyanın diğer bütün köşelerinde izleyicinin en yoğun ilgi gösterdiği sinemasal türler arasında yer alıyor. Korku-gerilim sineması örneklerinin -özellikle dijital efektlerin baş döndürücü gelişmesine paralel olarak- küresel ölçekte elde ettiği büyük başarılar, film yapımcılarının da sermaye, yaratıcılık ve enerjilerinin büyük bölümünü bu türe yönlendirmelerine yol açtı. Yalnızca dünyada değil, ülkemizde de son 20 yıldır popüler bir tür olarak öne çıkan ve belli bir kalite çıtasını aşmayı başarmış kimi örnekleriyle ciddi gişe başarısı yakalayan “cinli perili filmler”den bütün sinemaseverler haberdardır hiç kuşkusuz…

Sözünü ettiğim korku ve gerilim temaları, üstüne bir de dinsel motiflerle donatılınca, sonuçlar bu türe tutkun sinemaseverler için tadından yenilmez oluyor. Çünkü, din, doğası gereği gizeme, bilinmeyene, başka dünyaların ve boyutların ürpertici varlıklarına, olgularına, hakikatlerine kapı aralayan, fazlasıyla sırlarla dolu bir alan… Sinema için de son derece verimli malzemeler üreten münbit bir toprak…

Bu girişin ardından şunu söyleyebilirim ki, Ali Murat Güven, saha araştırmacılığını, metin yazarlığını ve yönetmenliğini üstlendiği “Peygamber’e Dokunmak” filmiyle bizlere, bu çalışması özünde bir belgesel olmasına karşılık, âdetâ çok etkili bir korku-gerilim filmi izliyormuşçasına sık sık tüylerimizin ürperdiği, zaman zaman da duygulandığımız, göz pınarlarımızda hareketlenmelere yol açan, anlatılan ibretlik olaylardan dolayı bazı bölümlerinde ise salonun karanlığında derin düşüncelere daldığımız muazzam bir sinematografik deneyim yaşattı. Günümüzün ortalama sinema izleyicisi için olağanüstü uzun sayılabilecek bir süreye (3 saat 18 dakika) sahip olmasına rağmen, film bittiğinde salonun yüzde 90’ı halen çiviyle çakılmış gibi yerinde oturuyordu ve bitiş yazılarıyla birlikte bir alkış tufanı koptu.

1995 yılının sonbaharında, Diyarbakır’ın Eğil ilçesinde gerçekleşmiş, üzerinde devlet tarafından konulmuş çeyrek yüzyıllık bir konuşma yasağı bulunan, bu yüzden de ayrıntılarını topu topu birkaç düzine insanın bildiği dinsel bir mucizeyi ilk kez beyazperdeye taşıyan Güven, süre açısından güncel standartların hayli üzerindeki bu eserinde izleyici ilgisini diri tutma noktasında resmen zoru başarmış. Çağımızın dikkati fazlasıyla dağınık izleyici tipolojisini üç buçuk saate yakın bir süre perdeden düşmeden, dikkatleri kayıp gitmeden bir yakın tarih gizem hikâyesine kilitlemek, yönetmenlikte başlı başına bir ustalık gösterisi sayılmalı…

Ağzına kadar dolu bir salonun üç saati aşkın bir süre çıt çıkarmadan izlediği film toplam dört bölümden oluşmaktaydı. Yönetmen, “konuyu serme bölümü” de diyebileceğimiz ilk bölümde, Eylül-1995’de Eğil’de olup biten gizemli olayları, oyunculu dramatizasyon ve illüstrasyonlara da tadımlık düzeyde başvurarak kronolojik bir akışla anlatıyor. Böylelikle, orada olup bitenleri ilk kez duyan izleyiciyi ilk 1,5 saat içinde hikâyenin çerçevesi hakkında gayet akıcı ve tatminkâr bir anlatımla bilgilendiriyor.

İkinci bölümlerde ise Hollywood filmleriyle yarışabilecek bir dekor, kostüm ve sinematografiye tanık oluyoruz. Bu bölümde, 1995 yılında, 2850 yıldır bozulmadan günümüze ulaşmış bedenlerinin bir noktadan diğerine devlet görevlileri eliyle nakilleri anlatılan iki hak peygamber, Hz. Elyesa ve Hz. Zülkifl’in kim olduklarını, hayatları boyunca ne kadar cesur ve kararlı iki tebliğ adamı, hak yolun iki kutlu yolcusu olduklarını derinlemesine öğreniyoruz.

Ki Kur’an’a hâkim olanlar iyi bilir. Hz. Elyesa da Hz. Zülkifl de Kur’an’da adları iki ayrı sûrede övülerek geçen iki gerçek Allah dostudur. Onların hayatlarını kâh nefis illüstrasyonlarla, kâh (büyük zorluklarla temin edildiği her hâlinden belli olan) tarihsel belgelerle, zaman zaman da edep ayarını kaçırmadan dramatize edilmiş sahnelerle, benim açımdan tanıdık iki simânın şaşırtıcı düzeyde yetkin oyunculuklarıyla anlatıyor bu ikinci bölüm… Her iki peygamberi canlandıran aktörlerden ilkinin Millî Gazete’nin efsanevî spor müdürü Hamit Dizman (Hz. Elyesa), diğerinin ise 15 Temmuz 2016 darbe kalkışması sırasında FETÖ’nün üniformalı teröristlerine şehit verdiğimiz aziz meslektaşımız, yiğit gazeteci Mustafa Cambaz ağabeyimizin bizlere yâdigâr bıraktığı yazar-aktivist oğlu, sevgili Alpaslan Cambaz olduğunu görmek, salondaki pek çok izleyici gibi beni de şaşırttı. Fakat, aslî işleri aktörlük olmayan her iki dostun da rollerine ruhanî düzlemdeki yakışmışlığının dört dörtlük olduğunu belirtmem gerekiyor. Ali Murat ağabey, öyle görünüyor ki, bu iki dostunu da uzun arayışlardan sonra derûnî bir bakışla tespit edip, kalabalığın içinden cımbızla çekip almış. Adamlardaki rollerine oturmuşluk, tıpkı “Çağrı”nın Hz. Hamza’sı olarak gönüllerimize kazınmış Anthony Quinn gibi mûbarek!

Eldeki bütçenin ne kadar düşük olduğunu iyi kötü tahmin edebildiğimden, 28 yüzyıl önceki olayların anlatıldığı, yaklaşık bir saat süren ikinci bölümü o sınırlı koşullarda görsel-işitsel açıdan nasıl bu denli üst düzey bir yetkinlikle kotardıkları benim için şu anda bile tam bir muamma…

Öte yandan, yönetmenin gösterim sonrasında kürsüye çıkıp yaptığı konuşmada da belirttiği gibi, bir belgesel filme yapılabilecek en ağır eleştiri, o filmin, savunduğu tezi izleyiciye kabul ettirebilecek düzeyde belge ve bilgi içermemesi, kullandığı kaynaklar açısından güdük kalmasıdır. “Filmde anlattığımız gizemli olaylar zinciri, benim hayatım boyunca gözlediğim, yetkililer tarafından dökümantasyonu en kötü yapılmış arkeoloji operasyonuydu. Bu durum, yani 1995’de yaşanmış olayları somut bilgi ve belgelerle destekleme çabası bizi çok zorladı” diyen Güven, filmi -sunduğu kanıtlar itibarıyla- iknâ edici kılabilmek için âdetâ samanlıkta iğne aradıklarını, üç yıl boyunca varlığından haberdar olduğu en küçük bir bilgi ve belgenin bile inatla peşine düştüğünü aktardı. Nitekim, bu çabası beyazperdede de fazlasıyla belli oluyordu; çünkü anlatıcı ses (ki onu da saygıyla analım, filmin anlatıcılığını Türk seslendirme sektörünün duayen isimlerinden Cahit Şaher üstleniyor) neden söz etse ekrana onun belgesi geliyor, kimin adını ansa ona ait bir fotoğraf beliriyordu. Görünüşe göre, kurak bir vahadan, sıka sıka yine de dişe kovuğa gelir birtakım tanıklar, belgeler ve bilgiler çıkarmayı başarmıştı yapım ekibi…

Sergilemesi yürek isteyen bir fikrî açıklık: Din ve bilime eşit söz hakkı

Filmin üçüncü bölümünde ise Güven’in bu ülkede “benim” diyen bir muhafazakâr sinemacının kolay kolay yapmaya cesaret edemeyeceği bir atağı daha yapıp, anlattığı olayların karşısında dinsel ve bilimsel yorumu eşit bir düzlemde kapıştırdığına tanık oluyoruz. Üçüncü bölümde sahne alan, ki kendi alanında Türkiye’nin en iyilerinden biri olarak kabul edildiğini öğrendiğimiz adlî tıp uzmanı Prof. Dr. Başar Çolak, her iki peygamberin naaşlarının toprağa gömülmelerinden 2850 yıl sonra yeniden açıldığında, peygamber bedenlerinin hiç bozulmaksızın gün ışığına çıkarılması mucizesine uzun ve kapsamlı bir bilimsel yorum getiriyor.

Öte yandan, Güven o “materyalist” yorumu dengelemek üzere, Prof. Dr. Çolak’ın karşısına da yine bir başka tıp otoritesi, Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat’ı koymuş. Akademisyen bir hekim olmasının yanı sıra aynı zamanda anlatılan gizemli nakil serüvenine de derinlemesine vâkıf Diyarbakırlı bir bilim insanı olan Prof. Dr. Haspolat da meslektaşının açıklamalarına karşılık olarak mânâ yönü daha güçlü, ağırlıklı olarak metafizik perspektiften bir açıklama sunuyor izleyicilere…

Bizim mahallede ne yazı yazarken, ne belgesel film yaparken, izleyiciye sunulan tezin anti-tezine de söz hakkı vermek gibi bir alışkanlık yoktur. Ortaya konulan eserin sahipleri kendileri çalar, kendileri söylerler. Sonuç olarak o eserin tüketicisi de yine mahallenin mütedeyyin kalabalığı olur. Sanırım, bu da savunulan fikre alttan alta duyulan güvensizlikten kaynaklanan bir durum…

Güven ise “Ben, inançlı bir sanatçı olarak, bilimin yorumundan korkmuyorum” dercesine, “Bu olayda herhangi bir mucizevî yön yok. Bu bedenlerin bunca yüzyıldır korunarak günümüze kadar sağ salim gelmesi, adlî tıptaki sabunlaşma vak’alarının bir örneğidir” karşı önermesini getiren materyalist bakışa, diğer katılımcılardan farksız bir saygı ve süre içinde yarım saati aşkın konuşma hakkı tanımış. O yüzden, “Peygamber’e Dokunmak”, sırf bu özgürlükçü yönüyle bile tarihe geçecek bir belgesel gösterisi… Film, üçüncü bölümündeki din-bilim kapışmasında herhangi bir tarafı tutmuyor, kayırmıyor ve son kararı izleyiciye bırakarak final bölümüne geçiyor.

Final bölümünde de yapımı üç yıl süren bu esere emeği geçmiş her kim var ise onların bu katkılarının taçlandırıldığı, yine çok anlamlı bir vefa gösterisi izliyoruz. Filmde yer alan bütün tanıklar, uzmanlar âdetâ bir resmî geçit gibi perdeden gelip geçerken, anlatıcı ses de onları bu katkıları nedeniyle ayrı ayrı onurlandırıyor.

Ve hafızalardan kolay kolay silinmeyecek olan bu gösteri, Güven’in salonda bir alkış tufanı kopmasına yol açan sevgi, dostluk ve kardeşlikle bezeli kapanış mesajıyla tamamlanıyor.

Filmde sergilenen vefalı tavır, gösteri bittikten sonra da aynı kişilerin sahneye çağrılıp şık birer şükran plaketiyle onurlandırılmalarıyla sürdü. Özellikle de karşıt görüşü temsil eden Prof. Dr. Başar Çolak’ın, plaketini alırken sarf ettiği şu sözleri önemle bir kenara not etmek gerekiyor:

“Ali Murat bey röportaj yapmak üzere bana ilk başvurduğunda, doğrusu bir hayli tereddütlüydüm. Dinsel bir mucizeyi anlatma iddiasındaki bu belgesel filmde, bir bilim insanı olarak benim sözlerimin ne kadar kıymeti harbiyesi olabilirdi ki… Fakat, kendisi tatlı dili ve güler yüzüyle beni yapıma katılmaya iknâ etti, bu belgesele içtenlikle konuştum. Film tamamlanıp bizlere izletildiğinde de içeriğinde sergilenen objektifliğe, dürüstlüğe, dengeli tutuma hayran kaldım. Yarın sabah erkenden fakültede dersim var. Ancak, buraya gelmek, bu törene katılıp memnuniyetimi belirtmek benim gönül borcum olduğundan, İzmit’den buraya kadar direksiyon sallayarak geldim ve şu anda borcumu ödemek üzere aranızda bulunuyorum. Birazdan da yine iki saatlik yola gideceğim.”

“Yayımlanması ve geniş kitlelere ulaşması, bizim için paradan çok daha önemli”

Sadece muhafazakâr kesimde değil, Türkiye’nin -ideolojik mahallelerden oluşan- genel sanat ikliminde, taraflarına sergilediği sevgi, saygı, konuya yaklaşımındaki özgüven ve demokratça tutumla alışılagelenden çok farklı bir duruşun temsilcisi olduğunu gözlediğim bu filmin ticarî akıbetini de sordum yapımcılarına… Galadan sonra bir yerlerde kitlesel gösterim şansı bulabilecek miydi?

Ali Murat ağabey, “Filmi izledin ve artık anlamışsındır ki bizim bu işten para kazanmak gibi bir derdimiz yok” diyerek girdi söze:

“Nobran ve yıkıcı bir dilin bütün ülkeye egemen olduğu, insanların iletişim becerisini yitirdikleri berbat bir zaman diliminde, bu ağır ve kasvetli havayı kırabilecek farklı bir sevgi diliyle konuşmak istedik. Bu hikâyenin bir yerlerde yayımlanması, mümkün olduğunca çok insana ulaşması, hepimiz için en güzel ödüllerden biri olacaktır. Ülkemizin yeni, fakat yayıncılıkta çok kısa bir sürede büyük yol kat eden tematik kanallarından biri, Tarih TV ilgileniyor çalışmamızla… Görüşmelerimiz olumlu sonuç verirse, milyonlarca insan filmimizi o kanalda ücretsiz olarak izleyebilecek. Yayıncı adaylarına son derece pozitif yaklaşıyoruz. Amacımız üzüm yemektir, bağcıyı dövmek değil… Para dediğin şey başka projelerle de kazanılır. Biz asıl bu sevgi, saygı ve dostluk mesajının bütün Türkiye’de yankılanmasının derdindeyiz. İnsanlar, adına Anadolu denilen şu kutsal toprakların eşsiz kıymetinin farkına varmalılar…”

Bir kocaman alkış da MFV Vakfı’na

Gözlem ve değerlendirme yazımın sonuna gelirken, galadaki konuşmalardan, Güven’e bu filmi yapma fırsatı tanıyan bir kuruma, MFV Vakfı’na da bir çift sözüm olacak. Yine o geceki konuşmalardan öğrendiğim kadarıyla, MFV, 2022 yılında kurulmuş genç bir vakıf… Adını da kurucusu olan avukat, iş adamı, insan ve hayvan hakları aktivisti Muhammet Fatih Vural’ın adının baş harflerinden alıyormuş.

Film gösteriminin ardından Ali Murat Güven tarafından sahneye davet edilen Vural, kendisi ve ailesinin sahip olduğu tüm aynî ve naktî mal varlığını bu vakfın uhdesine geçirdiğini, hiçbir gizli ajandası olmayıp burayı sadece bilim ve sanat üretilen, temel insanlık değerlerinin yayıcısı bir adrese dönüştürmek amacında olduğunu anlattı. “Katledilen sokak hayvanlarından, bursa ihtiyacı olan zeki ve yetenekli öğrencilere, muhteşem eserler ortaya koyabilecek kapasiteye sahip olmalarına rağmen sırf maddî ve manevî desteksizlik nedeniyle üretim yapamayan sanatçı ve araştırmacılardan bilim insanlarına kadar herkese gücümüz nispetinde destek olacağız. Hedefimiz önümüzdeki 5-10 yıl içinde, ülkemizde, söz gelimi bir İKSV ya da Eczacıbaşı Vakfı kadar tanınırlık elde edip yüksek bir saygınlık kazanmaktır. Kimseye, hiçbir siyasal ve ideolojik çevreye minnet borcumuz yoktur. En öncelikli derdimiz hayır işlemektir, ticareti dahi bunun için yapmaktayız. Yüce Allah’tan da bizlere bu yolda destek olmasını niyaz ediyoruz” şeklinde konuşan vakıf başkanı, bu güzel sözleri nedeniyle izleyicilerden de bol bol alkış aldı.

Aynı şekilde, Vural’ın törende sahneye çağırıp emekleri için bir şükran plaketiyle ödüllendirdiği yardımcısı, Türkiye hafıza şampiyonu olduğunu öğrendiğimiz yazar ve aktivist Yunus Emre Karahan da MFV Vakfı’nın ülkede ihmâl edilmiş, gözden çıkarılmış, harcanmaya çalışılmış ne kadar kıymetli insan var ise mezhep, meşrep, ideoloji, ırk, kültür, din ayrımı yapmaksızın hepsine sahip çıkmayı amaçladıklarını belirtti. Karahan, bu yolda ilerlerken tek ölçütlerinin de destekledikleri kişilerin yurtseverliği olacağını vurguladı.

Benim gibi, hayatı boyunca inançlarının bedelini çatır çatır ödemiş, savunduğu değerler sistemin ağa babaları tarafından burnundan getirilmiş bir gazeteci-yazar için, duyması, en az o akşam izlediğim film kadar mucizevî sözlerdi bunlar…

Gözlerim dolu dolu takip ettiğim kapanış töreninde, sahnede insanın kalbini umutla dolduran bir vakıf ekibi gördüm. Herkesin kendi ideolojisine ve adamına yonttuğu, karşı mahalleden olanı zerre kadar umursamadığı, iyiden iyiye yozlaşmış bir STK çöplüğü içinde açan bir çiçek gibi duruyor MFV

O yüzden, gerek Muhammet Fatih Vural beyi, gerek yardımcısı Yunus Emre Karahan’ı, gerekse de bu ideale gönül verip çalışan perde arkasındaki diğer vakıf yöneticilerini, vakıf personelini gönülden tebrik ediyorum. Ali Murat Güven gibi, siyasal İslâmcı câmiânın 40 yıla yakın bir süre boyunca değerini hiç bilemediği ve bozuk para gibi harcadığı müstesnâ bir fikir ve aksiyon adamını bu toz dumanın içinden bulup çıkarmak, ona yeniden şans vermek ve projelerine katkı sunmak için cidden çok kaliteli ve vizyoner gözler gerekiyordu. Ki bu ekipte o gözleri gördüm ben…

Birlikte muhteşem işler ortaya koyacaklarına olan inancım tamdır. Hepsinin yolları açık ve aydınlık olsun.

Paylaşım yapmak ister misiniz?

2 Yorum

  1. ALİ MURAT GÜVEN ALİ MURAT GÜVEN 20 Kasım 2024

    “Marifet, iltifata tâbidir” demiş atalarımız…
    Şehir Kültür sitesi yazarı Sayın Eser Gedik’e, “Peygamber’e Dokunmak” belgesel filmimize ilişkin bu muhteşem değerlendirme yazısı için tüm yapım ekibimiz adına gönülden teşekkür ediyoruz.

  2. Hamit Dizman Hamit Dizman 20 Kasım 2024

    Eser Gedik kardeşim kalemine sağlık. Müthiş bir yazı olmuş. Aynı duygular içindeyiz. Çok teşekkür ederim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir