İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Bana festivalini söyle sana kim ol……..

Türkiye’de festivaller iyice silikleşmeye başladı farkında mısınız? Siyasi mesaj vermek için kullanılan platformlara dönüştü. Geriye dönüp baktığınızda ise ortada film yok. Bir çok genç sinemacı kendisine festivallerde meşruiyet ararken kaybolup gidiyor. Ödül aldı diye övülen filmlerin çoğunu izlemek mümkün olmuyor. Halktan kopuk bir bağımsızlık söz konusu. İçinde halk olmayan, sadece sözüm ona elitlerin gönlünü yapmaya uğraşan bir sistem olabilir mi? Bizdeki festivaller sinemayı değil de sanki jürilerin varlığını devam ettirmek için kurgulanmış.

Devletin parası ile bağımsız sinema yapılır mı sorusu bir muamma olarak cevabını arayadursun. Bağımsız sinemadan ne kastediyoruz bir kez daha gözden geçirmek gerek diye düşünüyorum. Nelerden bağımsız olması gerekiyor bu sinemanın? Kötü filmleri festivallerde ödüllendirmenin Türk sinemasına nasıl bir katkısı var?

Kafamda deli sorular…

İkiye bölmek yeni dünyanın âdeti olmuş. Her iki parçayı da pazarlayabilmek için geliştirilmiş bir gardiyanlık sistemi mevcut. Sinema özelinde bakacak olursak konuya ana akım sinema ve bağımsız sinema diye iki örnek çıkıyor karşımıza. Ana akım sinema ihtiyaçlara, seyircinin tercihine göre popüler filmler yapıyor. Bağımsız sinemacılar ise kendi ihtiyaçlarına göre.

Bu bağımsız sinema işi kafamı bulandırmaya başladı benim…

Bir hikâye yazıp, ona inanıp, büyük bir kısmını izleyiciden sakladınız mı bağımsızlaşıyor yaptığınız film. Kalıplardan bağımsız, eleştiriden bağımsız, hikâyeden bağımsız, seyirciden bağımsız oluyor. Bir de süslü bir elbise biçiyorsunuz. Tarkovski desenli, Dostoyevski göndermeli, Kafkaesk kafasında bir karmaşa çıkıyor genelde ortaya. Zeki insanların anlayabileceğini savununca sosyal bir sınıf oluşması kaçınılmaz oluyor. “Bu filmi klasikleri okumayanlar izlemesin” Neden? Acaba Tolstoy okuyucusunu böyle ayırmış mıdır? Bazı filmleri anlamak için Kafka veya Dostoyevski’yi anlamamız gerekiyorsa onları okumadan önce yapmamız gereken bir şey var mı acaba? Bu tarz “zekâ” isteyen filmlerin yazıldığı ve konuşulduğu ortamlar kolay oluşuyor. Kitap kulübü gibi. Her söz, her kelime yapılan işi makul gösterme yarışına giriyor. Reklam gibi. Ama bu “modern sanat” adı altında yapılıyor.

Her iki türe de eşit mesafede birisiyim. Biriydim demeliyim aslında. Bağımsız filmin bağımlıları beni biraz bu türden soğuttu. İşin kendisinden çok gezdiği festivalleri konuşmaya başladığımızda, eleştiremediğimizde izlediğimiz ürünü ünsiyet kurmak zorlaşıyor çünkü. Jüriyi ikna etmek için yapılan filmlerle hikâyesini anlatmak için yapılan filmler birbirinden uzaklaşıyor.

İkinci Dünya Savaşı sonrası İtalya’da yapılan bağımsız filmlerde o dönemin sosyolojisini okumak mümkün. Üstelik klasikleri okumanıza gerek yok. Günümüzdeki birçok bağımsız film İtalyan Bağımsızlarına atıf yapıyor ya, anlamakta zorlanmam biraz bu yüzden. Hikayesiz, sadece durumlar oluşturulmuş dramalara film demek zorunda mıyız? Yabancı ustaların gölgesinde işler yapmak yerine onların isimlerini sömürerek kafamıza göre takılmanın adına sanat demeyin ne olur. Sanat, insanla buluşmazsa sanat olmaz. İran filmleri de sanat filmi kategorisinde değerlendirilir. Bu filmlerin İran’daki gişelerine bir bakın derim. Halkı tarafından da izlenen bu filmlerle bizim seyircisiz filmlerimizi nasıl yan yana getireceğiz..

Sinema bir hikâye anlatma biçimi. En basit ifadesi bu olsa gerek. Elbette ki görüntü, oyunculuk, müzikler vazgeçilmez bir parçası bu işin. Ama temeli bir hikâyedir. Gerisi bu hikâyeyi nasıl servis ettiğin.

Ezberleri seviyoruz. Bir yarışa girecekseniz ilk yapacağınız şey yarışmanın daha önce kazananlarını takibe almaktır. Sınavlara girerken bile daha önce çıkmış soruları çözme sebebimiz bu değil mi? Hal böyle olunca festival adı altındaki yarışmalarda ortaya çıkacak ürünün özgün olması maalesef zor. Jüriyi bilmelisiniz. Jürinin hangi tarz filmlerden hoşlandığını bilmelisiniz. Daha önce ödül alan filmlere bakmalısınız. Bu bilgiyi uyguladığınızda şansınız artıyor. Ve siz bana bu yolun özgün bir yol, yeni bir arayış olduğunu mu iddia ediyorsunuz? Yapmayın.

Bakın başıma ne geldi. Hatırladıkça tüylerim hâlâ diken diken…

Adamın filmini izliyorum. Uzun planları bir kenara, neredeyse hiç diyalog olmamasını bir kenara koyuyorum. Bütün cevapları bana buldurmaya çalışmasını da geçtim. Bana hikâyesi varmış gibi bir karakter gösterip, bir ağacın altında ilkokul arkadaşına kur yapan kızın akıbetini bekledim, o da yok. Sallanan kameradan bir ara midem ekşidi ama yok saydım. Yazılar akmaya başladığında filmin bitmiş olma ihtimalini düşündüm. Bir yandan yanımdakini kesiyorum. Bayram namazı gibi. O yerinden kalkarsa anlayacağım çünkü filmin bittiğini. Salak bir duruma düşmemek için çaba harcıyorum. Geri zekâlı yaftası yemeyelim durduk yere değil mi? Yönetmenin isminden dolayı bir dokunulmazlık haresi oluşuyor filmin üzerinde tabii. Söyleşiye geçiyoruz. İzlediğimiz filmin hikâyesini anlatmaya başlıyor yönetmen. Karakterleri falan. “Bunları anlatacağına filme koysaydın da ben oradan anlasaydım keşke” diyorum.

Ama içimden diyorum.

Sesli söylemeyi entelektüel kişiliğime yakıştıramıyorum çünkü. Söyleşiyi yöneten moderatör filmin ödül aldığı festivalleri saydıkça “bu nasıl bir yokluktur” diyorum.

Ama içimden diyorum.

Yabancı basının filmi nasıl övdüğü kısma gelindiğinde “söyle kaç para yedirdiniz” diyorum. Ama içimden. Ülkemizi gururla nasıl temsil ettiğinden bahis açınca “yazık oldu bizim köylü güzeline” diyorum. Tabii ki içimden. Türkleri yanlış tanıyan Avrupalılara ders verdim deyince “Kardeşim 15 yaşındaki kızlar kötü yola düşmüş, aile onları korumaya çalışıyor, sen aileye çullanıyorsun. Tabii yanlış anlarlar” diyorum. Nasıl yaptığımı biliyorsunuz zaten. Soru cevap kısmı başlıyor. Filmi tek anlamayan ben değilmişim meğer. Bir delikanlı çıkıp peş peşe anlamadığı yerleri soruyor. O da ne. Yönetmen de cevabı bilmiyor. Şu niye böyle oldu? Cevap; seyirciye bıraktım. Bu? Seyirciye… Şu? Seyirciye bıraktım. Ortadaki büyük olan? Seyirciye bıraktım. En sonunda dayanamayıp fırladım yerimden ve “O zaman filmin adını da seyirciye bıraktım koysaydın keşke” dedim. Ama içimden. İçim şişti diye şaşkın bakışlar arasında çıktım salondan.

Yol boyunca aklım karışıktı. Madde bağımlısı da değilim. O zaman ben az önce ne yaşadım? Dedim. Ama içimden…

BİLALİ YILDIRIM – ŞEHİR KÜLTÜR

Paylaşım yapmak ister misiniz?

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir