Bir deprem ülkesiyiz ve konutların önemli bir kısmı hâlâ depreme dayanıklı değil. Depreme dayanıklı hâle getirmek için başlatılan dönüşüm projeleri ise çok katlı yapıların sayısını arttırıyor. Odaklandığımız konu binaların depreme dayanıklılığı ama aldığımız mesafe henüz çok az.
Geçmişte köylerden ilçe ve il merkezlerine doğru yaşanan hızlı göçün doğurduğu gelişigüzel yapılaşma, barınma ihtiyacını sadece “başını sokacak bir ev” olarak gören anlayışın bir sonucudur. Oysa barınma bir ev sağlamaktan ibaret değildir. Bir ev veya dairede yaşıyor olmak gerçek anlamda barınma sağlamayabilir. İnsanların aynı zamanda toplum içinde, ekonomik ve sosyal hayatta barınabiliyor olması gerekir. Aksi durumda sosyal dışlanma ile karşı karşıya kalınabilecektir.
Kondurulmuş bir konuta değil, içinde yaşayıp nefes alabileceği bir eve ihtiyacı var insanın. İşe, alışverişe ve okula yürüyerek veya bisikletle gidip gelebileceği, doğayla bağları koparılmamış, nitelikli sosyal ihtiyaçların karşılandığı mahallelere ihtiyaç var.
İlişkilerin altüst olduğu konut alanlarına değil; kol kola yaşanan, komşuluğun olduğu ve güven verdiği mahallelere ihtiyaç var.
Jiletli tellerle çevrili siteler, kafeler ve AVM’lerle insan ihtiyaçları örtüşmüyor. Mevcut haliyle bu görüntü kapitalizmin kucağına itilmiş bir köle kampını andırıyor.
Jeolojik bir afet olarak depremi konuşuyoruz ama sosyal depremleri ve fay hatlarını dikkate almıyoruz. Depreme dayanıklı konut üretirken bile sosyal depremlere neden olan enerjiler biriktirdiğimizin farkında değiliz. Suçlar artmakta, cezaevindeki kişi sayısı artmakta, boşanmalar artmakta, kamuya açık alanda uygunsuz davranışlar artmakta, uyuşturucu kullanımı artmaktadır. Öte yandan doğurganlık hızla düşmekte, nüfus yaşlanmakta ve en temel müessesemiz olan aile kurumu alarm vermektedir.
Yapageldiğimiz şeyi yapmaya devam ediyoruz. Gecekondulaşma döneminin bir adım ötesine geçemedik. Bir şehir tasavvuruna sahip olmadan yapılaşmaya devam ederek farklı sonuçlar beklenemez. Artık imar ve şehircilik anlayışının sorgulanması vakti gelmedi mi? Daha ne kadar parayı toplumun köküne kibrit suyu döker gibi harcayacağız? Bir yerde bir şeyin yanlış yapıldığı yeteri kadar açık değil mi?
Kurmaya devam ettiğimiz yerleşim yerlerinde aile, eğitim, sağlık, iş, ulaşım, çevre, doğa gibi farklı boyutlar maalesef dikkate alınmıyor. Arsa ve yapı maliyeti, finansman gibi ekonomik unsurlar etrafında insan, aile ve toplum merkezli bir bakış açısı yer bulamıyor. Hâl böyle olunca insan ruhu enkaz altında kalmaya devam ediyor. Kurtarma çalışmaları çok katmanlı sosyal sorunlar karşısında çaresiz kalıyor. Böyle giderse aile yüz yılı da ilan edilse sosyal depremler yıkmaya devam edecek.
Doç. Dr. Harun Kılıçaslan – Şehir Kültür













İlk yorum yapan siz olun