Bir toplumun sosyo-ekonomik yapısının hangi temeller üzerinde yükseldiğini görmek için o toplumun oluşturduğu yerleşim yerlerine bakmak yeterlidir. Tarih boyunca toplumlar, içinde bulundukları koşullara, anlayışa, dine ve kültüre münasip yerleşim yerleri kurmuşlardır. Kurulan yerleşim yerleri ile sosyal ve ekonomik yapı arasında bir etkileşim söz konusudur.
Geçtiğimiz yüzyılda Türkiye’de sosyo-ekonomik koşullar, özellikle köyden kente göçün doğurduğu konut ihtiyacının karşılanması amacıyla plansız ve çarpık bir kentleşmeyi beraberinde getirmiştir. Bu yüzyılın başında ise ekonomik krizlerin, ekonomide bankacılık ve inşaat sektörünün gösterdiği büyümenin yanında özellikle 17 Ağustos ve sonrasındaki depremlerin yarattığı yıkımın da etkisiyle ortaya çıkan yeni sosyo-ekonomik koşullar çok katlı yapıları arttırmış ve deyim yerindeyse planlı bir çarpık kentleşme ortaya çıkarmıştır. Kentsel dönüşüm adı altında rant ve kâr gibi unsurlar yeni sosyo-ekonomik koşulların belirleyicileri olmuştur.
Geçen yüzyılın gecekondu zihniyeti ile ortaya çıkan yerleşim yerleri ilim, kültür ve sanatın hayat bulmasına imkân verecek nitelikte olmamıştır. Böylece tahkik yerini taklide bırakmıştır. Toplum, değerlerini taklit yoluyla muhafaza eder hale geldikçe bir yandan muhafazakarlık artmış ancak diğer yandan taklitten ibaret değerler yozlaşmaya yüz tutmuştur. Bir iki nesil bu şekilde değerlerin altı boşalırken yeni yüzyılda iletişim ve bilişim teknolojilerindeki gelişmelerin etkisiyle küresel kapitalist değerler(!) kökleşmek için uygun bir zemin bulmuştur.
Eski değerleri taklit yerine küresel kapitalist değerler(!) taklit edilmeye başlanmasıyla gecekondu zihniyeti değişmemiştir. İmar aflarıyla şehirleri beton yığınına çeviren zihniyet daha kaliteli betonlar kullanarak örneğin Doğanbey TOKİ konutlarını Bursa’nın tarihi dokusuna bir hançer gibi saplamıştır. Daha kaliteli(!) konutlar inşa edilirken aslında toplumun değerleri ve ihtiyaçları yerine piyasanın ihtiyaçları gözetilmiştir. Meta haline gelen sadece konut değil, hemen her şey metalaşmaya yüz tutmuştur. AVM’ler ise kapitalist kültürün egemenliğinin ilanı olmuştur.
Artık ne konutlar ne vasıtalar ne çarşı pazar ne de bedeni insanı mutlu etmemektedir. Estetik ameliyatların sayısı artmaktadır. Sofrada olanı yemek yerine menüde ne olduğu ve nasıl sunulduğu önemli hale gelmiştir. Dünyada her gün bir milyardan fazla öğünün israf edildiği bir kültürün taklidinden başka bir şey çıkması mümkün değildir. Yine böyle bir kültürde kitapların cilt rengine göre seçilip dekor objesi haline gelmesi hiç şaşırtıcı değildir. Tüketim, değer tanımaz bir cinnet halini andırmaktadır.
Türkiye’nin sosyal ve ekonomik yapısı kâr ve rantı merkeze alan bir anlayışa dayandığı sürece yerleşim alanlarının sakin, huzurlu, mutlu bir yaşam sunması mümkün görünmemektedir. İnsanı yeniden hatırlamak, doğumdan ölüme kadar süren hayatın kıymetini anlamak ve bu anlayışa sahip çıkmak gereklidir. Bu anlayışa ancak insan sahip çıkabilir. İnsan insana sahip çıkmalıdır. İnsan, insan olduğunu anlamalıdır. İnsanın merkeze alındığı bir anlayış sadece toplumun geniş kesimlerine değil, kâr ve rantı merkeze alan etkili azınlığa da refah sağlayacaktır. Hırsının ve hazzının peşinde olan insan refah arıyorsa yine insana dönmek, topluma dönmek zorundadır. Ya birlikte gecekondu zihniyetini terk edip evrene uyum ile erdem üzerinde yükseliriz ya da hep birlikte yüksek binalarda batarız.






İlk yorum yapan siz olun