Epiküros, ölümün insanı iç huzurdan kopararak mutsuzluğa götüren üç korkudan biri olduğunu söyler. Epiküros’a göre ölümden korkmamak gerekir zira biz yaşarken ölüm yoktur, ölüm geldiği zaman ise biz artık yaşamda değilizdir. Peki ya ölüm, bize değil de en yakınımızdakilerden birinin yanına geldiğinde ne hissederiz? Bulgar yazar Georgi Gospodinov, geçtiğimiz ay Metis Yayınları’ndan Türkçeye çevrilen son romanı “Bahçıvan ve Ölüm” de bu hisleri tüm samimiyetiyle bizimle paylaşıyor.
Baba figürü; mitolojik hikayelerde, klasik ve modern edebiyatta hatta kutsal metinlerde insanın yaşamla kurmaya çalıştığı bağın en soluk parçalarından biri olarak yer alıyor. Varlığıyla insanın kişiliğine etki eden çoğu şeyin aksine, yokluk bir varoluş biçimi olarak yıllar içinde kendini tamamlıyor söz konusu baba olunca. Anılarımızda bulanık görüntüleriyle yer edinen, o bulanıklığın ardında en güvenli anılarımızı bulmaya çalıştığımız bu kişiler, zaman geçtikçe “baba” olmayı tamamlıyorlar… Çoğu zaman babasının gerçek gücünü, onu kaybettikten sonra bulur insan.
Gospodinov da, bir bahçe üzerinden üretkenliğini ve yaşam neşesini simgelediği babasını, babasıyla olan bağını; ölümünü anlattığı romanıyla tamamlıyor. Kendisinin babasıyla güçlendiremediği bağı, ancak ölümüne yakın kurmaya çalışırken, babasının ise sahip olamadığı çocukluğu ona hediye etmek istiyor.
Çok uzun yıllar önce kanser teşhisi alan babasının kaderle güreşerek torununun hafızasında yer edinmesini, hastalığın verdiği acıların günden güne arttığını anlatıyor yazar.
Birer ikişer sayfalık kısa bölümler halinde babasının hastalık sürecinden kesitleri, babasının çektiği acıları bize hissettiren cümlelerle okuyoruz. Ölmekte olan birinin duygularını bilmemiz zor fakat ölümle tanışacak birinin ne hissettiğini, en azından kelimeler el verdiğince, yürek burkan tasvirlerle öğreniyoruz sayfalar ilerledikçe. Yaşam, ölüm, sevgi ve çocukluk üzerine bizi tefekküre yönelten sorularla karşılaşıyoruz. Ölümden söz etmenin, ölümün kendisinden daha kolay olmadığını böylelikle anlıyoruz.
Epiküros’un ölümden korkmamak gerektiği fikri Gospodinov’a da ikna edici gelmiş olacak ki bir yerde anne babalarımızın ölümünü bir kez göreceğimiz gerçeğini, kendi ölümümüzü ise hiç göremeyeceğimizi bir teselli olarak kabul ediyor.
Gospodinov, kısa bölümler halinde yaşananları ve yaşananların kendisinde bıraktığı duyguları paylaşarak babasının ölüm anına, hastalığı ve acıları arttıkça yaklaşan sessizliğe tanık ediyor okuyucusunu. Bizleri, ölüm gibi yalın ve somut bir hakikatin ağırlığıyla yüzleşmeye zorluyor. Babasının anlattığı hikayelerden, babasıyla yaşadığı anılardan söz ederek içinde kalan o yarım bağı tamamlamaya çalışıyor.
Kitabın ilk yarısında babasının ölüme yakın hastalık sürecini anlatan yazar, ikinci yarısında ise ölümden sonraki süreçte hissettiklerini, yaşadıklarını ve babasından kalan son anıları paylaşıyor bizimle.
Babasının yaşadıkları üzerinden Sovyet rejiminin soğuk yüzünü resmederek kendi kuşağındaki herkesin babası gibi; bu soğuk rejimden pay aldığını ima ediyor belki de. Sert olmayan bir politik eleştiri damarını da babasının anıları sayesinde bize hissettiriyor.
Petrarca’nın “Yüreğinin nasıl yandığını söyleyebilenin ateşi azdır” sonesini paylaşan yazar sonlara doğru şunu sorar; “Acaba bu sözcüklerin çırası ateşi yatıştırıyor mu, yoksa onu daha da mı harlıyor?”
Yazarın içinde köpürüp duran, yüreğinin duvarlarını döven bu duyguları, belki de defalarca kez değiştirip tashih ettiği cümlelerden mi ibarettir? Eminiz ki cümlelerin arasındaki boşluklarda çok daha fazlası yer alıyor.
Yazar, çocuklarının kalbinde zamanla olgunlaşan “baba” figürünü, ölümün ardından hissettikleriyle tamamlıyor. “Babam bir bahçıvandı, şimdi bir bahçe.”
Fatih Çalışkan – Şehir Kültür
İlk yorum yapan siz olun