Uzun zamandır yolum Kızılay’a düşmemişti. Otobüsten iner inmez, hiçbir plan yapmadan, ayaklarım beni doğrudan Dost Kitabevi’ne götürdü. Sanki bilinçaltı bir sadakatin uzantısıydı bu yürüyüş; şehirle arama giren zamanın pasını silmek ister gibi. Dost, Ankara’da neden kaçmak istiyorsan seni onlardan çekip alan bir sığınak gibi. Gürültünün, anlamsız telaşların, plastik vitrinlerin arasından sıyrılıp kendine dönebildiğin bir eşik.
Sayısı giderek azalan bu tür yerler, aslında sadece kitap satan dükkânlar değil. Kişisel tarihin istasyonları, bellekle örülmüş iç mekânlar. Pınar yok artık, Kurtuba da. İhtiyar sahaf ise neredeyse bir hüzün anıtı gibi. Baştan aşağı bir kaybı temsil ediyor. Yalnızca kitaplar değil, insanlar da dağıldı; anılar da, sohbetler de…
Ankara’ya her gelişimde, mutlaka Pınar Kitabevi’ne uğrardım. Öğrenciliğin imkânlarıyla ulaşabileceğim ya da sadece kurcalayabileceğim kaynakları inceler, alamadıklarımı küçük notlarla hafızama çentik atardım. Oraya ilk defa Ekrem’le gitmiştik. Hasan Abi’yle tanışmamız da orada olmuştu. Koltuğunun altında yabancı gazeteler, elinde deri çantası, gözlüğünün üzerinden bakan dikkatli gözleri… Sonra hep birlikte bir şeyler atıştırmaya gidişimiz. Sakarya’da, dünyanın gidişatına dair konuştuğumuz –daha doğrusu onu dikkatle dinlediğimiz– o güzel tesadüf, benim için Sakarya’ya dair en içten izlerden biri hâlâ.
Sonra Kurtuba geldi. Ankara’da mukim olduğum zamanların uğrak yeriydi. Zamanla Pınar, Kurtuba’ya dönüştü. İsim değişse de ruh aynıydı; yazan, çizen, düşünen insanların doğal durağıydı orası. Sadece kitaplar değil, fikirler de orada yoğrulur, konuşulur, tartışılırdı. Raflar arasında dolaşan bir bakış, aynı kitaba uzanan eller, göz göze gelişle başlayan sohbetler…
Bir de Adil Han vardı. Sahaflarda, ince ince kitap karıştırmanın, eski plaklara göz gezdirmenin, arada bir fotoğraf albümüne dalıp gitmenin o benzersiz hazzı… Elbette sınav kitapçılığı sahaf kültürüne ağır bir darbe vurdu. Ama bir yandan da ayakta kalabilmenin başka bir yolu olduğu için kızamıyor insan. İçeride hâlâ bir “arı kovanı uğultusu” gibi geçmişin sesi dolanıyor. Bir derginin arasında unutulmuş bir kartpostal, kenarına not düşülmüş bir kitap, bir zamanlar bir başkasının parmaklarının dokunduğu satırlar… Bütün bunlar, belleğin küçük mücevherleri gibi.
Ve Mekân Kafe… Bu yazıya da ilham veren yer. Eskiden çatı katındaydı. O ince ve dik merdivenleri çıktığında, başka bir seçeneğin kalmazdı: Kendini ödüllendirmekten başka. Eski Mekân, üniversite gençliğiyle buluşmak, onların dünyalarına girebilmek için eşsiz bir ortam sunardı. Bugün Kızılay AVM’nin biraz aşağısında, birinci katta. Değişim var ama Yusuf yine orada. Müzikler benzer. Dertler de hâlâ tanıdık. Yalnız müşteri profili biraz farklı: Yabancı uyruklu öğrenciler artık daha fazla.
Pencere kenarında boş bir masaya oturuyorum.
Karşımdan akan insan seline bakarken, şehri okumaya çalışıyorum.
“Eskisi gibi değil,” diyorlar hep.
Ama Kızılay hâlâ kendi bildiğini okuyor.
Şehir yorgun, gergin, neşesini bir yerlere bırakmış sanki.
Herkesin omzunda görünmeyen bir yük, gözlerinde bir acele var.
Hayat telaşı, artık her şeyin önünde.
Yine de bazı şeyler değişmemiş.
Bir sayfayı çevirmek, kahve kokusuyla birlikte bir cümlede oyalanmak, bir kitabın kapağını açarken iç dünyana giden kapının aralanması…
Tüm bu küçük ritüeller, hâlâ anlamlı.
Belki de şehir, tam da bu yüzden unutulmuyor.
Bizi yaşadığımız yer olmaktan çıkarıp bir “hafıza coğrafyası” na dönüştürdüğü için.
Bugün bir Dost Kitabevi, bir çatı katı kafe, bir sahaf ya da bir hatıra… Hepsi birden “yer”in ötesinde. İçine sinmiş zamanla, insanla, bakışla ve sessizlikle bir bellek mekânına dönüşmüş. Ve bu yüzden hâlâ gidilesi, beklenesi, özlenesi.
Hoşça bakın zatınıza…
Mehmet Biten – Şehir Kültür
İlk yorum yapan siz olun