Geçmiş, insan ruhunun derinliklerinde yankı bulan sessiz bir çağrıdır; ne zaman dönüp baksak, yalnızca yaşanmış olayları değil, yitirilmiş bir anlamı da ararız. Zihnimizde canlanan eski sokaklar, yüzler, sesler; ne gerçekten orada yaşamış insanlara duyulan bir özlemden, ne de onların zamanına ait olma arzusundandır. Aradığımız, çok daha derinde yatan bir boşluğun yankısıdır belki de içimizde eksilmiş, yitirilmiş bir parçanın izini sürüyoruzdur. Çünkü geçmiş, bize doğrudan bir hakikat sunmasa da, kaybolduğunu hissettiğimiz şeyin gölgesini taşır. Bu yüzden, kimi zaman bir tarihi eserin taşında, kimi zaman bir cümlenin içinde ararız kendimizi. Ve ulaşamadıkça, edebiyata, şiire, hatırlamaya daha sıkı sarılırız.
Bizi eskiye çeken şey, çoğu zaman bir meraktan ya da nostaljiden ibaret değildir. Aslında bu çekim, bir eksikliğin ifadesidir. Kaybolmuş bir anlamın, unutulmuş bir hissin izidir o. Bir zamanlar içinde yaşanmış olan, ama artık adı bile zor hatırlanan duyguların… Sanki o eski insanlar, o eski sokaklar, bizde tamamlanamamış bir parçayı taşıyorlardır da, biz onlara bakarak kendi hikâyemizi yeniden kurmaya çalışıyoruzdur.
Bazen bir eski fotoğrafta, bazen bir taş duvarda, bazen de bir cümlede yakalarız o hissi. Ama ne fotoğrafın içindekiler bizi çağırır, ne de o taş duvar artık konuşur. Yine de içimizde bir yer susmaz. Belki de geçmişe değil, kendi içimize bakıyoruzdur. Çünkü insan, geçmişi kurcalarken aslında kendisini eşeler. Ve çoğu zaman, geçmişte aradığımız şey, geleceğe dair umudun ya da bugüne dair bir eksikliğin izdüşümüdür. O yüzden geçmişe duyulan özlem, bir nevi içsel bir arayıştır. Ve bu arayış çoğunlukla sanatla, edebiyatla, şiirle son bulur ya da hiç son bulmaz. Çünkü insan bazen yaşarken değil, hatırlarken kendine daha yakındır.
Önceleri bu şehre her gelişimde, içimde tuhaf bir sevinçle birlikte bir saptama belirirdi: “Hiç değişmemiş.” Aynı sokaklar, aynı binalar, tanıdık yüzler, tanıdık suskunluklar… Ama bu son gelişimde o duygu yerini başka bir şeye bıraktı. Havalimanında servis beklerken insanların yüzlerine baktım; tanıdık bir sıcaklık, o eski Erzurum tebessümü yerine tuhaf bir yabancılık taşıyorlardı. Şehir merkezine doğru ilerledikçe bu hissiyat derinleşti; tanıdık olmayan bir dil konuşuyordu şehir. Eve vardığımda babama dönüp farkında olmadan şöyle dedim: “Baba, şehir değişmiş.” Bir suskunluk oldu. Baktı. Başını biraz eğdi. Cevap vermedi. Bu değişmişlik nasılsa içimi acıttı.
Akşam Gökhan’la yürüdük. Eski günlerdeki gibi… Konuşmalarımız biraz bugünden, çoğunlukla ise geçmişten aktı. Adımlarımız bizi çocukluk hatıralarımızın izlerine götürdü. Bildiğimiz kaldırımlar, bir zamanlar adımlarımıza eşlik eden gölgeler gibi sessizce bize eşlik ediyordu şimdi. Ama eksildik. Eksilmişiz. Sadece binalar yıkılmamış; sadece yerlerine yenileri yapılmamış. Asıl değişim, “bize ait adreslerin” artık başka adlara ait oluşunda, ya da hiç var olmayışlarında. İnsanların yer değiştirmesi değil sadece, nesillerin sahneden çekilmesiyle oluşan o büyük boşluk…
Birçok isimden rahmetle bahsettik Gökhan’la. Her ismin ardından gelen kısa bir sessizlik, sohbetimize gömülen yeni bir hüzün katmanı gibiydi. Yürüyüşü uzattık. Sanki biraz daha yürürsek geçmişi yakalayacakmışız gibi… Sonraki gün Feyyaz’la aynı rotayı yürüdük. Güldük, hatırladık, hüzünlendik. Evin önünde bir müddet daha konuştuk; bu kez bir farkla: Feyyaz’ı arabaya bindirip Dadaşkent’e uğurladık. Eskiden aynı apartmanın farklı bloklarına giderdik.
Arkadaşlarımın hayatında bir düzen var artık. Kendilerine ait rutinleri, kök salmışlıkları var. Bir yanıyla bu istikrar hoşuma gidiyor. Diğer yanıyla fark ediyorum ki ben bu bağlamdan çoktan kopmuşum. Artık bu düzenin bir parçası değilim; izleyicisiyim.
Özellikle memuriyetin sunduğu o istikrarlı hayat, arkadaşlarımı daha geniş bir sosyalleşme alanına yerleştirmiş. Esnafla selamlaşmadan geçilmiyor; yüzler tanıdık, muhabbet hazır. Bu, bir yanıyla insanın içini ısıtan bir şey. Şehirde karşılaştığın herkesle ortak bir geçmişten, bir zamanın tanıklığından söz edebiliyor olmak… Ne güzel. Ama bu döngü, aynı zamanda dışarıda kalan için hayli sessizleştirici.
Büyük şehirde adres belli değil. Rutin bile başıboş bir oyuna dönüşüyor. Her şey kendi içsel döngüsünde dönüyor ama o döngüye aitlik hissi zayıf. Oysa burada, Erzurum’da, zaman başka akıyor. Sanki şehir, hızdan sakınan bir iradeyle yaşıyor.
Ahmet Hoca ile şehir merkezinde yaptığımız kısa bir yürüyüş bile birçok şeyi hatırlamama yetiyor. İsimlerini neredeyse ezbere bildiğim arkadaşlardan bahsediyoruz. Onlar şehirde kalmış, birikmiş; bir havuz gibi geçmişi yüzdürmeye devam ediyorlar. Kalmak, şehri içeriden tanımayı sürdürmek demek. Bir başka var olma biçimi bu. Hayatlarını “tekdüze” olarak tanımlıyorlar ama bana kalırsa sadece düzenliler. O düzenin içinde esneyerek yaşıyorlar, rüzgârda salınan bir yaprak gibi. Ne fazla kopmuşlar ne fazlaca tutunmuşlar.
Tanıdığım simalar artık orta yaş kuşağını oluşturuyor. Bir önceki kuşak ise “yaşlılık modunu” açmış durumda. Kahvehanelerde, çay ocaklarında sohbetler sürüyor ama artık başka seslerle. Sözler aynı olabilir ama yüzler başka. Ve şehir… Ortası yok gibi. Ne gençliğin coşkusunu taşıyor ne yaşlılığın dinginliğini. Sanki her şey bir eşikte kalmış.
Erzincankapı’da bir bardak çay içiyorum. Karşımda Murat Paşa Camii’nin avlusu. Oturmuşluğuyla, dinginliğiyle bir şeyler söylüyor: “Ben bu şehrin elmasıyım, incisiyim.” Yakutiye Medresesi, Lala Paşa, Ulu Cami, Caferiye ve diğerleri… Sanki şehir, taş hafızasının üzerine oturmuş. Tüm bu tarihî yapılar, sessiz ama çok şey anlatan tanıklar gibi.
Bu telaşsız, koşturmasız hal bazen zihnimle oyun oynuyor. Sanki şehir bana “dur” diyor. Ama aldanmıyorum. Çünkü içimde bir yer, artık durma zamanını geçtiğimi fısıldıyor. Şehir dursa da, ben devam etmek zorundayım. Köklerden kopmak değil bu, sadece o köklerin artık beni tutmaması. Evet… Belki bu şehirde hikâyemiz bitmiş olabilir. Ama bu, o hikâyenin kıymetini azaltmaz. Bilakis, her ayrılış hatırlamayı bir kat daha anlamlı kılar.
Hoşça bakın zatınıza…
Mehmet Biten – Şehir Kültür
İlk yorum yapan siz olun