“Televizyondan nefret ediyorum, fıstıktan nefret ettiğim kadar, ama fıstık yemekten kendimi alıkoyamıyorum.” Orson Welles
Orson Welles’in bu cümlesi, çağdaş insanın çelişkili arzularına ayna tutan bir aforizma gibidir. Nefret ettiğimiz şeylere tutkuyla bağlanmamız, onları rasyonel aklın terazisinde suçlu bulmamıza rağmen bırakamamamız… İşte burada fıstık, yalnızca fıstık değildir; modern bağımlılıkların, istemsiz tekrarların ve arzunun nesneye yapıştığı o tuhaf hâlin simgesidir. Welles’in fıstığı televizyonla birlikte anması tesadüf değil; burada televizyon, yalnızca bir eğlence aracı değil, modernitenin ritüellerle donanmış yeni ayini, evin kutsal ekranı olarak yerini almıştır.
Ancak televizyon, yalnızca bir başlangıçtı. Onun karşısında geçen saatler, şimdilerde cep telefonlarının soğuk ışığında, sosyal medya akışlarının dipsiz kuyularında yeniden şekilleniyor. Bugünün fıstığı, 24 saat açık dijital dünya. Her bildirim, bir tuzlu fıstık daha. Elimizi çekmek istiyoruz, ama elimiz elimizde değil artık. Bağımlılıklarımız algoritmalarla programlanmış, arzularımız veri paketlerine dönüştürülmüş durumda.
Televizyon izleyicisinin pasifliği, bugünün dijital kullanıcılarında çok daha aktif ama aynı ölçüde bağımlı bir hâle evrildi. Şimdi sadece seyretmiyor, katılıyoruz; sadece tüketmiyor, içerik üretiyoruz. Ama her beğeni, her yorum, bir doz dopaminle ödüllendirilen başka bir mikro bağımlılığı pekiştiriyor. Sanki kendi zihnimiz, kendi özgürlüğümüze karşı sistemli bir sabotaj düzenine dönüşüyor.
İlginçtir, televizyon döneminde “uzaktan kumanda” vardı, şimdi ise biz kumanda ediliyor gibiyiz. Parmaklarımız ekranlara hükmediyor gibi görünse de, aslında hangi içeriği göreceğimiz, hangi reklamla karşılaşacağımız, hatta neyi arzulayacağımız bile önceden planlanmış algoritmalarla belirleniyor.
Welles’in ironiyle söylediği cümle, belki bugün şu hâle evrilmiş durumda: “Sosyal medyadan nefret ediyorum, ama ekranı kaydırmaktan kendimi alıkoyamıyorum.” Bu cümledeki trajedi, yalnızca bireysel bir alışkanlık sorunu değil; toplumsal belleğin, dikkat ekonomisinin ve özgürlük fikrinin yeni tanımlarla yeniden yazılmak zorunda kalmasıdır.
Sonuç olarak, televizyon çağında evin salonuna kurulan ekran, bugün artık cebimizde taşıdığımız bir “dijital benlik”e dönüştü. Fıstık hep aynı fıstık; ama biz artık o fıstığı neden yediğimizi, ne zaman durmamız gerektiğini unuttuk. Bu yüzden belki de artık mesele, ekranı kapatmak değil; ona neden bu kadar ihtiyaç duyduğumuzu, hangi boşluğu doldurduğunu sormakla başlıyor.
Algoritmaların Çağı: Dikkat Ekonomisinde Kaybolmak
Televizyonun altın çağında izleyici pasifti; bir yayın akışı vardı, seçenekler sınırlıydı. Ekran bir merkezdi, izleyici onun etrafında dönerdi. Dijital çağda ise ekran izleyicinin cebine girdi. Merkez kayboldu, şimdi herkes kendi merkezini taşıyor gibi. Ama bu yeni merkezler, özgürlük illüzyonunun rafine araçlarına dönüştü. Zira “seçme özgürlüğü” dediğimiz şey, çoğu zaman sistemin bize sunduğu önceden belirlenmiş seçenekler arasında debelenmekten ibaret.
Bugünün dijital bağımlılığı, basit bir tüketim alışkanlığından ibaret değil. Bu artık bir dikkat ekonomisinin parçası. Teknoloji devleri, bizim dikkatimizi bir kaynak olarak görüyor ve onu çalmak, bölmek, yönlendirmek için milyar dolarlık sistemler geliştiriyor. Yani bir şey izlediğimizi sanırken, aslında biz izleniyoruz. Her tıklama, her duraksama, her kaydırma davranışımız kayda alınıyor, analiz ediliyor, bir sonraki bağımlılık döngüsünün yapı taşına dönüşüyor.
Zihinsel Kolonizasyon: Dijitalin Yeni Sömürgesi
Marshall Mc Luhan’ın “araç, uzantımızdır” dediği o meşhur tez bugün tersine dönmüş durumda. Akıllı telefonlarımız bizim uzantımız değil artık, biz onların uzantısıyız. Bildirim sesiyle irkilen, ekran parladığında gözünü ayırmayan bir yeni insan tipi doğdu: dijital özne. Artık sosyal medya hesaplarımız sadece eğlence değil, kimliğimizin bir parçası. Orada görünmezsek yokuz. Paylaşmazsak unutuluruz. Ve unutulmak, görünmez olmak, dijital çağın en büyük korkusu belki de.
Televizyon döneminde anonim izleyiciydik, şimdi ise herkese açık bir sahnede kendi hayatımızın yayıncısıyız. Herkesin herkesi izlediği bir gözetleme toplumunda, özgürlüğümüz bizzat teşhir ihtiyacımızla bastırılıyor. Fıstık daha da tuzlanmış, ekran daha da büyümüş, ama hâlâ aynı alışkanlık çukurundayız.
Bağımlılığı Aşmak: Yavaşlık, Sessizlik ve Dikkatin Etiği
Peki bu bağımlılıktan çıkış mümkün mü?
Bu sorunun cevabı, teknolojiyi tamamen reddetmekte değil. Asıl mesele, onunla kurduğumuz ilişkiyi yeniden tanımlamakta. Belki de ilk adım, dijital sessizlik anları yaratmak; gündelik yaşamın içine bilinçli ekran molaları yerleştirmek. Bilinçli kopuşlar, dikkatini kendine iade etmenin ilk adımı olabilir.
İkinci adım ise dikkatini neye verdiğini sorgulamak. Zira dikkat, sadece bir zihin eylemi değil, aynı zamanda bir etik seçimdir. Hangi içeriklere, hangi kişilere, hangi düşüncelere dikkat kesildiğimiz; kim olduğumuzu belirler. Son olarak, “ekranı kapat” çağrısı, ancak içeriği anlamlı biçimde değiştirdiğimizde gerçek bir dönüşüme yol açabilir. Yani fıstıktan nefret etmek değil, başka bir tat geliştirmek gerekir. Çünkü boşluğu sadece yasakla değil, yeni anlamlarla doldurabiliriz.
Ekran Sonrası Hayat: Dijital Arınma ve Direnç Pratikleri
Eğer televizyon bağımlılığı bizi koltuğa mıhlayan bir uyuşukluksa, dijital bağımlılık bizi sürekli hareket hâlinde, ama hep aynı döngüde tutan bir telaş. Bu nedenle, dijital çağda “arınmak” ya da “bağımlılıktan kurtulmak” yalnızca bir irade meselesi değil; aynı zamanda kültürel, zihinsel ve hatta ruhsal bir yeniden yapılanmadır. Bu konu da ne yapılabilir dair birkaç öneri aşağıya not düşüyorum:
- Dijital Arınma: Sessizliğe Yer Açmak
Dijital detoks kavramı, modern dünyanın en çok konuşulan ama en az uygulanan fikirlerinden biri. Çünkü bu detokslar genellikle geçici kaçışlar olarak kalıyor. Oysa mesele, “ekran orucu”ndan çok daha derin bir arınma süreci. Bu süreç; yalnızca cihazı kapatmayı değil, aynı zamanda kendi dikkatini yeniden eğitmeyi, zihnini tüketimden yaratıcı eyleme yönlendirmeyi kapsar. Günde birkaç saatlik sessizlik, bildirimsiz zaman dilimleri, belirli uygulamaları sınırlandırmak… Bu küçük eylemler bile, özne olarak yeniden konumlanmanın ilk işaretleridir.
- Mekânı Dönüştürmek: Ekran Karşısında Değil, İnsanlar Arasında Olmak
Teknoloji yalnızca bireyi değil, mekânı da şekillendirir. Evin en görünür yerine yerleştirilen televizyonun yerini şimdi akıllı telefonlar aldı. Ancak sosyal alanlarımız hâlâ ekran etrafında kurulmuş durumda. Dijital bağımlılığı kırmak için mekânsal sembolleri de dönüştürmek gerekir. Bir masa etrafında uzun sohbetler, birlikte yapılan yemekler, yürüyüşler… Tüm bunlar, dijitalin tekil, içe kapanık yapısına karşı kolektif bir direniş formudur. Çünkü ekran karşısındaki yalnızlık, birlikte geçirilen zamana dönüştürülmeden sağlıklı bir toplumsallık kurulamaz.
- Kültürel Tüketimi Yeniden Tanımlamak: Hızdan Yavaşlığa, An’dan Derinliğe
Bağımlılıkların temelinde çoğu zaman doyumsuzluk değil, anlam yoksunluğu yatar. Hızlı içerikler, yüzeysel bilgiler, anlık hazlar… Dijital çağda kültürel tüketim, derinliği değil erişimi merkeze aldı. Bu da bizi sürekli daha fazlasını isteyen ama hiçbirinden tatmin olmayan bir bilinç hâline sürüklüyor. Oysa yavaş okumak, bir filmi sindirerek izlemek, bir yazıyı anlamak için defalarca dönmek… Bunlar yalnızca nostaljik alışkanlıklar değil, dikkat ekonomisine karşı etik eylemler hâline dönüşebilir. Derinleşmek, yüzeysellikle zehirlenmiş zihnin panzehiridir.
- Dijital Asketizm: Modern Zühdün Yeni Biçimleri
Belki de bugünün dijital bağımlılığına karşı en radikal çözüm, dijital asketizmdir. Tıpkı mistiklerin dünyadan el etek çekip bir iç yolculuğa çıkmaları gibi, bugünün bireyi de dijital gürültüden uzaklaşarak sadeleşmeye yönelmelidir. Bu zühd hali; inzivaya çekilmekten çok, dünyayla kurduğun ilişkiyi dönüştürmektir. Sadece daha az kullanmak değil, daha bilinçli ve amaçlı kullanmaktır. Bu noktada Thoreau’nun ‘Walden Gölü’ kıyısındaki yalnızlığı, bir tür modern dijital keşişlik modeli olarak yeniden okunabilir. Ya da Mevlânâ’nın “sessizlik” vurgusu, bugünün bildirim cehenneminde yeni bir kurtuluş şiiri gibi yankılanabilir.
Son Söz olarak; Orson Welles’in ironik sözüyle başladık: fıstıktan nefret ettiği hâlde yemeye devam eden bir zihin hâli… Belki de çözüm, fıstığı yememekte değil; onun neden bu kadar çekici olduğunu anlamakta ve yerine başka bir tat geliştirmekte yatıyor. Dijital bağımlılık, yalnızca bir teknoloji problemi değil; aynı zamanda bir arzu, bir boşluk, bir anlam sorunudur. Gerçek bir dönüşüm, yalnızca ekranı kapatmakla değil; onun yerini alacak anlamlı bir yaşam düzeni kurmakla mümkündür. Yani mesele, fıstığı yemek ya da yememek değil; onun yerine hayatın kendisini tatmakta.
Hoşça bakın zatınıza…
Mehmet Biten – Şehir Kültür
İlk yorum yapan siz olun